Gün olur insanın sevdikleriyle arasına bir ufacık zerre, bir virüs girermiş. Mesafelere değil bir zerreye yenilirmiş insan. Corona ortaya çıkmadan önce, kırk yıl düşünsek ailemizle virüs yüzünden ayrı kalacağımız aklımıza gelmezdi.

Coronayla, aklımıza gelmeyen birçok şey başımıza geldi. Birçok kavram değişikliğe uğradı. Bazı değerler alt üst oldu. Eskiden seyahat için gidilen Avrupa ülkelerinden, şimdi ardına bile bakmadan kaçılır olduk.

“Mesela Amerika tatil beldesi gibidir. İnsanlar orda rahat oldukları müddetçe yaşarlar. Pikniğe gittiğimiz bir yerde yağmur bulutlarını gördüğümüz vakit ‘Haydi toparlanın, gidiyoruz.’ dediğimiz gibi, Amerika’da olabilecek en ufak bir aksaklıkta da halkı bile kendisinden kaçar gider.”

Bu virüsle sadece Amerika’nın değil, diğer birçok batı ülkesinin de tatil beldesi gibi görüldüğü anlaşılıyor. İspanya’da metruk bir huzurevinde yaşlıların toplu şekilde ölmesi, İngiltere ve Almanya’da sürü bağışıklığı adı altında virüsün topluma yayılarak yaşlı, hasta, zayıf ve güçsüzlerin toplumdan ayıklanmaya(!) çalışılması, bazı ülkelerin bu virüs bittiği zaman ülkenin kaç yüz bin evsizden kurtulacağını hesaplaması vs…

TÜRKİYE bu olay karşısında tarihte görülmemiş bir şekilde mücadele etmeye devam ediyor. Bütün imkanlar seferber edilmiştir. Avrupa’nın değişik ülkelerinden bir hasta için uçak kaldıran, vatandaşına sahip çıkan bir ülke halini almıştır. Başta devlet başkanımız RECEP TAYYİP ERDOĞAN’A  ve gecesini gündüzüne katan sağlık bakanımıza hasseden şükranlarımızı iletiyoruz.

Evde kalmak, kendini dinlemek, dışarıdakilerin kahrını çekmemek, aile olduğunun farkına varmak ne büyük nimet. İlk vahiy geldiğinde Rasulullah(sav)’ın korkup kendisine sığındığı yerdir ev. Bir çadır bile olsa (Hudeybiye’deki gibi) hüznünü yaşayabileceği en güvenilir ortamdır. İnsanın her halini çekinmeden gösterebildiği, değişmek zorunda kalmadığı, kendi olarak değer gördüğü biricik mekândır ev.

Maalesef her şeyden şikâyet etmek moda olmuş. Özellikle sosyal medyada, şikâyetli paylaşımlar daha çok beğeni alıyor. Coronadan önce, erken kalkmak zorunda olmak, işe gitmek, evde kalamamak, istediği kadar uyuyamamak revaçta olan paylaşım türleri arasındaydı. Şimdi insanlar evde kalmak zorunda ve şimdi de evde kalma sıkıntısıyla alakalı paylaşımlar moda. Her şeyde şikâyet etmenin güzel bir şey olduğunu kim bize dayattı?

Sağlık personeli uykuyu bırakalım; evine ve çocuklarına bile hasretken, temizlik işçileri bütün gün sokakları bizim pisliklerimizden temizlerken, market çalışanları gece mesai yapıp bizim için rafları doldururken, dahası her gelenin elindeki paraya dokunmak zorundayken, tüm çalışanlar evlerine gittiklerinde virüs kapmış olma şüphesiyle çocuklarını öpemezken, biz hangi halimizden şikayet ediyoruz.

Rabbim her şeyden sıkılan şu içler acısı halimizi ıslah etsin. Coronavirüs belasıyla birlikte kötü huylarımızı da tez zamanda üzerimizden alsın.

Yarınların nasıl olacağına dair ilim adamlarından kesin bir şey söyleyen yok. Diğer ülkelere kıyasla salgının hangi devresinde olduğumuz konusunda da emin değiliz. Mevcut rakamlarla beş aşağı beş yukarı atlatabilecek miyiz yoksa Allah korusun İtalya’nın, İspanya’nın yaşadıklarını biz de yaşayacak mıyız?

 

Müslümanlar olarak elbette ümitvarız. Kıyamete denk gelsek bile elimizdeki fidanı dikmekle emrolunduğumuzun bilincindeyiz.

Yatırımcıların, iş dünyasının kullandığı bir kavram var; “önümüzü göremiyoruz, yarınların ne getireceğini bilemiyoruz...” derler.

Biz buna basitçe belirsizlik diyelim. Belirsizliğin bizim gibi normal insanlar açısından da olumsuz yönleri vardır. Yarın ne yapacağımızı bilememek bir sıkıntıdır.

Salgın sebebiyle önemli bir kısmımız evlerimizdeyiz. İşlerinin başında olanlarsa bir başka bekleyiş içindeler.

Böylesi bir durumda bize düşen bugünü yaşamak, en güzel bir şekilde yaşamaktır. Hatta böyle bir demde şayet ölüm bizi yakalayacak olsa bile hiç bir şekilde “keşke” demeden yaşamaktır bugünü. “Ben yapacağımı yaptım, benim gücüm zaten bu kadardı...” diyebilmek önemlidir.

Ramazanın başlarında olduğumuz bu günlerde bir konuyu mutlaka dile getirirdim; bu Ramazanda kazandığımız güzel bir hatıramız var mıdır?

Şimdi aynı soruyu salgın günleri, karantina günleri için de sorabiliriz. Zaten hemen ardından Ramazan geldi. Allah bilir ya varıp oraya birleşecek gibi. Kendimizi şimdiden

Allah dostları zaten öyle buyurmadı mı? “Geçen gün geçmiştir, yarının da ne olacağını bilemiyoruz, dem bu demdir, dem bu dem” olmazıdır.

Kısacası önünü almaya güç yetiremeyeceğimiz bu fırtınalar karşısında yapabileceğimiz şey savunmadır, kendiliğinden bitinceye kadar kaçıp saklanmak, ona hiç görünmemektir.

Yapmakla mükellef olduğumuz başka bir şey; bu felâketlerin vurduğu insanları bulup tıbben ve sosyal açıdan elimizden ne geliyorsa onu yapmaktır.

Fakat büyük konuşmayacağız, durdurmaktan, kesip atmaktan söz etmeyeceğiz. Allah’ın görünmeyen orduları karşısında boyumuzdan büyük sözler etmeyeceğiz. Acziyetimizi kabulleneceğiz.

“Allah sana bir zarar verecek olursa onu O’ndan başka kaldıracak yoktur...”(10/107)

Eğer bir gün bir yerlerde “Salgını durdurduk” diye bir haber duyarsanız iyi biliniz ki bu bir yalandır, fırtına kendisi dinmiştir, fırtınanın Sahibi durdurmuştur vesselam, Rabbim tez zamanda durdursun. Biz görevlerimizi yerine getirelim. Hayat muhasebesini yapalım.

Adaletten, eşitlikten, haramdan, kul hakkı yemekten, haksız kazanç kazanmaktan, devletin malını fütursuzca yemekten, hak etmediğin koltuk için alçalmaktan, yetim ve öksüzün hakkını yemekten kaçınalım ki, Allah da yardımını bu zor günlerde bizlerden esirgemesin.

Selam ve dua ile…