Cumhurbaşkanı Erdoğan geçenlerde yaptığı grup konuşmasında, eğitim konusunda bazı istatistikler vererek değerlendirmelerde bulundu.

76 olan üniversite sayısının 207’ ye, 76 bin olan öğretim görevlisi sayısının180 bine çıktığını

ve burası çok önemli diyerek, “ Bu anlamda Almanya'dan da çok öndeyiz.”  vurgusu da yaparak, üniversite mezunu sayımızın 8 milyonu geçtiğinden dem vurdu.

Bu tabloyla haklı olarak övündü.

Çünkü

okulların, öğretmenin ve kara  tahtanın yokluğu bir tarafa;  doktorun, mühendisin, mimarın, bürokratın … yeterince sayıda olmadığı makus yılların,  en önemli motivasyonuydu okumak…

Hatta yine o yıllarda, virgülün kullanımını öğretirken bile “Oku baban gibi, eşek olma” örneğiyle okumanın ehemmiyeti üzerinde durulurdu.

Son yıllarda ise ilçelere bile açılan üniversitelerle, artık okumak kavramının niceliğinde fazlasıyla bir doyum noktasına ulaşıldı.

Bu minvalde övünülecek çok şey var ama işte itirazım da tam da bu övünülecek yerde başlıyor.

 Bilhassa son on beş yılda fiziki alt yapı ve teknolojik anlamda müthiş gelişmeler oldu ama eğitim kelimesinin altını dolduracak bir işleyişe maalesef haiz olamadığımızı üzülerek söylemeliyim.

1949 yılından itibaren Amerikalılara devrettiğimiz eğitimimiz ve adına Fulbright anlaşmaları denilen ucube ezberci öğretimimiz ve buna bağlı olarak nesilleri mana köklerinden uzaklaştırmayı yeğleyen  anlayışımız  devam ediyor.

Akşamdan bir kamyonu yükler gibi genelde “boş ya da çok çabuk unutulacak  bilgi”leri kafasına yükleyen öğrenciler,  sınav kağıdına dökebildikleri ezber yüklerini döküp 80 ve yukarısı bir not alıyor haliyle…

İşte bu bileşenlerle ilintili garip bir paradoks çıkıyor ortaya…

Karne verildiği günün akşamlarında “takdir- teşekkürler” velilerin sosyal medya hesaplarını süslerken, ülkede LGS Matematik ya da TYT/ AYT Matematik-   Fizik vs. derslerinden soru cevaplayabilme ortalamalarının yüzde 3- 5 oranında olması bu paradoksun bir ispatı…

Hal böyleyken bu manada sürekli eleştirdiğim şey ise bu kadar öğrenciyi niçin mesleki alana değil de akademik alana bilhassa yönlendiriyoruz…

Okuyacak kapasitesi olanla  okuyamayacak yani o derslere ilgisi ve meramı olmayanları  bir sınıfa koyuyoruz.

 Belki o çocuğun mesleki bir yeteneği çok daha fazladır ama özellikle velilerin yanlış yönlendirmesi, devletin de buna ışık tutması mesleki eğitimi üvey evlat konumuna getiriyor.

Dolayısıyla bütün bunlar bizi Almanya’nın gerisine itiyor.

Almanları, üniversite mezunu noktasında geçişimiz bu minvalde övünülecek bir şey değil.

Almanya, bugün bir sanayi devi ise mesleki eğitimi; eğitim sisteminin merkezine alması cihetiyledir.

 “Almanlardan daha mı öngörülüyüz ya da onlar bizim kadar düşünemedi mi” diyesi geliyor insanın.

Üstüne üstlük  mesleki yönlendirmede de çok ama çok geç kalıyoruz.

Bir öğrenci, ortaokulu bitirmeden mesleki alana yönlendirilemiyor  maalesef…

Eğer liseye devam edecekse orada da süreci iyice uzatıp 9. Sınıfta yapılması gereken alan tercihini, 11. Sınıfta yapıyoruz.

Haliyle öğrenci;  zaten yeteneği ve ilgisi olmayan dersleri, iki yıl zorunlu olarak alıyor ve neticede çoğu öğrenci, sınıf tekrarına maruz kalıyor veya iki yıl üst üste sınıfta kalınca da örgün eğitimin dışına çıkarılıyor.

Duygusal ve esnek bir millet olduğumuz için genelde ikinci eylem uygulan(a)mıyor;

okul-öğretmen -veli bir araya gelip duygusal bir karar neticesinde çocuk düşe kalka lise diploması alıyor.

Tüm bu süreçte maddi ve manevi yıkım da cabası…

Özellikle eğitimde bu minvalde, daha başarısız çocuklar üzerinden yıllardır bir eğitim tiyatrosu oynanıyor…

Gelelim işin tüm süreç boyunca  ekonomi boyutuna…

Bir öğrencinin ilkokul 1' den üniversite son sınıfa kadar bu devlete maliyeti en az 40 bin dolar...

Yüksek lisansı, doktorayı saymıyorum bile.

23 yaşına kadar üretimin hiçbir aşamasında olmayan ve sürekli tüketen sonra da masa başı iş bekleyen nesilleri, bu yanlış planlamalarımızla gerçekten heba ediyoruz, katlediyoruz.

Sınav istatistikleri gösteriyor ki %30’luk bir dilim okuyacak olanların dilimi…

 Potansiyeli olan bu çocuklar zaten istedikleri  yerlere geliyor kendi çabalarıyla.

Benim derdim yüzde 70'lik dilimle...

Yani itekleye itekleye lise diploması ve hatta üniversite diploması verdiğimiz kitleyle...

Tam da burada üniversite kısmını açalım biraz…

Önceden üniversiteyi kazanmak çok zordu, meslek  sahibi olmak hele ki üniversite etiketiyle kolaydı, şimdi iş tersine döndü.

Çoğu üniversitenin çoğu bölümleri yeterince sayıda  öğrenci tercih etmediği için boş kalıyor. Haliyle ikinci yerleştirmelerde çok çok düşük puanlarla o bölümü okuyacak kapasitede olmayan öğrenciler üniversiteye yerleşiyor ve sonrasında itekleme hadiseleri kaldığı yerden devam ediyor.

Tabii ki her ilde bir üniversite olması güzel şey ama bütün bunların bir planlama dâhilinde artık olması lazım.

Mesela,

Öğretmen ihtiyacı arz talep dengesi gözeterek planlanmalı… Bire on, yirmi vs. oranında olmamalı…

Aynı şekilde diğer alanlar için de bu durum gözetilmelidir.

Ayrıca, öğretmen menşeili bir fakülteden mezun olup atanamayınca polis olan ya da mühendis olup mesleğini icra edemeyen on binlerce genç var bu ülkede… Bu da bambaşka bir sorunu ortaya çıkarıyor.

Artık hassas bir planlama ve iş ihtiyacına göre üniversiteler hem bölümlerini hem de kontenjanlarını oluşturmalıdır.

Çağın gereksinimleri de göz ardı edilmemelidir. 

“21. yüzyıl dijital dünya” anlayışına uygun bölümler üniversitelerde olmalıdır.

Mevcut iş dünyasında hiçbir geçerliliği olmayan, otuz sene öncesinin dünyasına hükmeden ve artık sadece diploma veren bölümler tasfiye edilmelidir.

Özellikle yazılım, sanayi ve tarım odaklı bir eğitim anlayışı hem lisede hem de üniversitelerde merkeze oturtulmalıdır.

Çünkü önümüzdeki sürecin projeksiyonu budur.

Bilhassa sanayinin alt yapısını hazırlayan mesleki eğitim teşvik edilmelidir.

5.sınıftan itibaren yönlendirme  başlamalı ve meslek eğitimi seçecek çocuklara; sigorta +cüzi de olsa bir maaş gibi teşviklerle devlet bu alana yatırım yapmalıdır.

Eğer ki ;

Bu ülkede Afganistan'dan kaçak olarak yurda giren ve çobanlık yaptırılan gençler, aylık 6 bin lira alıyorsa,

Suriyeliler olmasa çalıştıracak eleman bulamayız diyen sanayi esnafı bu ucube durumu acı bir şekilde dillendiriyorsa ,

KOBİler çalıştıracak nitelikte ara eleman bulamıyoruz diye dert yakınıyorsa,

Bütün bunlara istinaden binlerce mühendisimiz, mimarımız, öğretmenimiz vs. işsizse,

 işsizlik oranı %40 lara varan bir oranda en çok üniversite mezunları arasındaysa,

ve bu mezunların çoğu kendi dilinden, tarihinden, medeniyet kodlarından vs. habersiz

diplomalı cahiller sıfatıyla  mezun oluyorsa,

Adına Z kuşağı denilen ve aradığı şeyi Google'da bulamayınca onu yok sayan, nasıl olsa YouTube'dan bakar öğrenirim anlayışı ile hareket eden ve en büyük yokluğu “yokluk görmemiş” olan bir nesil gerçeği karşımızdaysa,

KPSS denilen sınav, on binlerce gencin iş umudu olmuşsa,

Ortaokuldan hatta ilkokuldan başlayan sınavlara dayalı bir sistemle gelecek belirlemek motivasyonu her velinin çocuğu üzerinden bir beklenti oluşturmuşsa

Ve bu beklenti çocuğu; çocukluğunu ve gençliğini stres, kaygı, kişilik bozukluğu, özgüven eksikliği, gelecek korkusu gibi birçok olumsuz manada etkiliyorsa,

Vs. vs…

Devlet bu konuda ivedilikle çok radikal adımlar atmalıdır.

Önceki yazılarımda Rahmetli Oktay Sinanoğlu’ndan alıntıladığım şu söylem, devletin kulağına küpe olmalıdır.

Bir devlet, her nesille yeniden doğar…

Onun içindir ki devlet, genç nesillere sahip çıkmak zorundadır. Çünkü gelecek nesiller devletin teminatıdır, beka meselesidir.

8 milyon üniversite mezununa bir şekilde istihdam alanı oluşturulmadığı müddetçe, bunun yaratacağı sosyolojik travmaların bedeli devlete,

Çoğu depresyona girmiş, madde veya ilaç bağımlısı nesiller olarak dönecektir.

Bu da farklı bir kalemde yük olarak sağlık sisteminin sarsılmasına sebebiyet verecektir.

Ayrıca, İşi olmayan ve yaşı 25'i geçmiş gençler; hayat pahalılığının da etkisiyle haliyle  evliliği düşün(e)mediğinden, dolayısıyla devletin çekirdeğini oluşturan aile bütünlüğü de zarar görecek, devletin temelleri de bu minvalde sarsılacaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün yaptığı şu konuşma, 

Yeni kuşaklarda evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya karşı bir mesafe görüyorum. Gençlerimizin evlilik ve çocuk konusunda ne kadar erken yol alırlarsa hayatın güzelliklerini o kadar çabuk yakalayacaklarına doğrusu ben inanıyorum,

bütün bunların gerçeğiyle ele alınmalıdır.

Diplomalı cahil denilen nesiller değil de donanımlı, imanlı ve özgüveni yüksek kaliteli nesiller yetiştirmek zorundayız.

Ezcümle... Eğitimde kemiyet değil keyfiyet...